Umut Oran
Basın Açıklaması
24.5.2018
Siyasetin değişmez kuralıdır: Her parti “iktidar” olmak için kurulur ve iktidar olamadığı her zaman biriminde “sürekli bir arayış” içinde bulunarak “kuruluş hedeflerini” gerçekleştirmeye çalışır. Bu durum, on milyonlarca oy alan partiler için geçerli olduğu kadar birkaç bin kişinin oyunu alan partiler için de geçerlidir. İsimler değişir, oy oranları değişir ama “iktidar arayışı” asla değişmez.
Türkiye’de de durum farklı değildir. Özellikle “rejim tartışmalarının” aralıksız cereyan ettiği bir atmosferde, muhalefet unsurları için “iktidarı hedeflemek” aynı zamanda varlık-yokluk mücadelesinde “ben de varım ve yok olmayacağım” demek anlamına gelecektir. Ancak iktidarlar da asla boş durmayacaklardır. Ellerindeki her türlü araçla “kendilerinin mutlak iktidar” olduğunu ve ne yapılırsa yapılsın diğer partilerin “iktidar” olamayacağını söyleyeceklerdir.
Aslında bu durum iktidarın ana propagandasıdır ve herkesin “çıkış yok” ortak paydasında birleşerek “itaat etmesini” sağlama amacına yöneliktir. “Umuttan” bahseden herkese vebalı muamelesi yapılması, “başarabiliriz” diyen herkesin ötekileştirilmesi ve “alternatif yollar” önerenlerin hızla siyaset sahnesinden “sürülmesi” iktidar bloğunun ilk hedefi haline gelir. Böylece her türlü muhalif meydan okuma, daha düşünce aşamasındayken yok edilir ve iktidarın iktidar olma hali sürekli kılınmış olur.
Ne yazık ki belli dönemlerde muhalefet partilerinin “yönetici elitleri de” iktidarın söylemlerine kendilerini kaptırabilirler. Ne yapılırsa yapılsın asla iktidar olunamayacağına dair yüzlerce gerekçe üretmeye başlayanlar işte böyle ortamlarda görülür. “İktidar, devlet imkanlarını kullanıyor! Onlar, dini siyasete alet ediyor! Siyasette harcayacak çok paraları var!” gibi yüzlerce cümleyle konuşma alışkanlığına erişen muhalefet unsurlarının bir sonraki durağı “onlara benzemezsek oy alamayız” fikrine kadar ulaşır. Bu dönemin tipik uygulamasıysa “karşı mahalleden kamyonla transfer yapıp, paraşütle en üst makamlara getirip icap ederse kadın kontenjanlarına bile ‘bıyıklıları’ doldurmaktır.” Partiye, partililere ve seçmenlere “iktidar bloğunun ağzıyla” yaklaşmak da aynı dönemde görülür. “Tıpış tıpış” talimatlarıyla parti yönetmeye soyunmak, her toplantıda “parmak sallamak”, partiye gönül vermiş olanları “kapının önüne koymakla” tehdit etmek de “iktidardaki partiye benzeyerek iktidar olabileceğini” düşünme hastalığının sonuçlarıdır. Benzer şekilde muhalefet bloğunun herhangi bir konuda yükselen itirazlara cevaben dile getirdiği “partimize zarar vermeyin”, “şimdi konuşmanın zamanı değil”, “basın önünde partiyi tartıştırmayın” sözleriyle iktidarın her türlü hukuksuzluğu yapıp “ülkemizi yurtdışında zor durumda bırakmayın”, “sakın hükümeti eleştirmeyin” sözleri arasında bir fark yoktur. Her iki söz grubunun da temel amacı: seçmenlerin partilerine ya da ülkelerine olan sevgilerini “sömürmek” ve onları “sonsuz sessizliğe” gömmektir.
Çelişki odur ki “iktidara benzeyerek iktidar olan bir siyasi parti” dünya tarihinde yoktur! Birbirinin tamamen aynı olan 2 üründen birinin diğeriyle değiştirilmesi mantıksız olduğuna göre iktidara “tıpatıp” benzeyerek iktidar olunabileceğini düşünmek de mantıksızdır. Öyleyse aslında ortada olan şey “iktidar olmak arzusu değil” sadece iktidarın gücü karşısında “direnmekten vazgeçmektir.” Geriye kalan her şey de bu vazgeçişin ifadesi olmak dışında bir anlam ifade etmeyecektir.
İktidara benzemeye çalışarak, aslında iktidar olmaktan vazgeçen muhalefet partilerinde sıkça görülen bir diğer davranış şekliyse “her koşulda ötekini suçlamaktır.” Örneğin, “hiçbir objektif kriter göstermeden milletvekili, belediye başkanı ya da belediye meclis üyesi belirlerken” söylenen “siyaset sadece unvanla yapılmaz”, “bu bir bayrak yarışı”, “parlamento dışında da çalışılabilir” gibi cümleler monolog tadında tekrarlanır. Ancak bu sözleri edenlerin “neden sürekli unvanla” siyaset yaptıkları, “neden kendilerinin ellerindeki bayrağı hiçbir zaman başkasına vermedikleri”, “neden kendilerinin sürekli parlamentoda oldukları” gibi sorulara asla cevap verilmez. Çünkü gücü elinde bulunduranlar için önemli olan “gücü korumaya” devam etmektir ve koltuklarını kaybetmemek için yapamayacakları şey yoktur.
Ancak görüleceği üzere tüm bu iktidarı taklit etme sürecinde siyasi partilerin ana hedefi olan “iktidara gelmek” amacına yönelik hiçbir adım bulunmamaktadır. Zaten böylesi bir yaklaşımın ulaşabileceği en üst seviye de Bahçeli örneğinde olduğu gibi, iktidar bloğuna “yamanmaktır.”
Mensubu olmaktan büyük onur duyduğum ve kimsenin benden koparamayacağı partimin, üst yönetiminde de ne yazık ki, “iktidara benzeyerek iktidar olunabileceği” fikri egemen görünmektedir. Tüm hayatlarını CHP karşıtı siyaset odaklarında geçirmiş “tescilli sağcıların” ısrarla “milletvekili” yapılmaya çalışılması bile başlı başına bu bakışın işaretidir. Sadece bu ısrar bile “ben iktidar olmak istemiyorum” demenin bir başka yoludur.
Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, 16 yıllık otoriter iktidar deneyimine rağmen CHP üst yönetimi bir türlü “özeleştiri” yaparak “iktidar hedefini” ortaya koymamıştır. İktidar olma arzusunu dile getiren herkese karşıysa kibir diliyle karşılık verilmektedir. Örneğin YSK seçim takviminde adaylarını “önseçimle” belirleyecek partiler için tarihler verilmesine rağmen “CHP üst yönetimi” “zamansızlığı” bahane ederek tüm kararları “sübjektif şekilde kendileri almıştır.” Üstelik bugün geriye dönüp bakıldığında, ortada henüz erken baskın seçim yok iken aceleyle tüzük kurultayı toplanması ve ittifak yapılırsa önseçim uygulanmayacağı değişikliğindeki ısrar çok daha manidar görünmektedir!
Evet, “Siyaset sadece unvanla yapılmaz!” bu ifade doğrudur ancak “inanılır olması için bu sözleri söyleyenlerin de tüm kararlarını “unvana göre değil”, “ilkelere göre” almış olmaları beklenir. Bu durumda bana düşen görev elbette kişileri tartışmak ya da ‘o neden oldu, bu neden olmadı’ demek değildir. Zira ilkelerin olmadığı, iktidar hedefinin bulunmadığı, sadece iktidara benzeyerek yol alınabileceğinin kabul gördüğü bir iklimde kim aday gösterilirse bir diğerine “haksızlık” yapılmış olacağını teorik olarak kabul edebilirim. Ancak CHP üst yönetiminin herkesi aynı torbaya koyarak ve kibir diliyle Cumhuriyet Halk Partilileri yaftalamalarına izin veremem.
Bu itibarla kendileri için “dikensiz gül bahçesi” yaratma hevesi içinde olduğunu gördüğüm CHP üst yönetiminin partimi kamuoyu önünde “şahıslar üzerinden tartıştırmasını” doğru bulmadığımın da bilinmesini istiyorum. CHP üst yönetiminin bu tavırla aslında en çok Cumhurbaşkanı adayımıza ve Cumhuriyetçilere zarar verdiğini düşünüyorum. Bu noktada tüm aday tartışmalarını aşmak ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanmak için, iktidar vizyonundan uzak gördüğüm parti üst yönetimine dair eleştirilerimi 24 Haziran sonrasına ertelediğimi ve kısır ‘sen-ben’ tartışmalarının içinde olmayacağımı ilan ediyorum.
Cumhuriyet Halk Partisini, iktidar partisine benzeterek ve sürekli seçim kaybederek yönetebileceğini sananlar varsa hangi unvana sahip olursa olsun yanılmaktadır. Hiç kimse, Anadolu’nun ve Rumeli’nin dağlarında, kanla ve gözyaşıyla kurulan Cumhuriyet Halk Partisinden daha büyük değildir! Bu partiye hiçbir karşılık beklemeden tüm ömrünü veren on milyonlarca insanı yok sayan, partide görev almak isteyen adaylarla görüşmeye bile tenezzül etmeyen, Genel Merkez kapılarını fedakâr Cumhuriyet Halk Partililerin suratına kapatanlarla demokratik zeminde mücadele etmek boynumun borcudur.
O halde, tüm Cumhuriyet Halk Partililere açık çağrımdır: Bize yakışan, Cumhurbaşkanı adayımız ve gözbebeğimiz Cumhuriyet Halk Partisi için “seferberlik ruhuyla” çalışmaktır! “Dikensiz gül bahçesi!” isteyenlerle mücadele günü zaten gelecektir. İşte o gün; haksızlığa uğrayan gençlerle, kadınlarla ve her toplum kesiminden Cumhuriyet sevdalısıyla ele ele vereceğiz. Ve asla şüphe duymayın: Bu adaletsiz düzeni mutlaka değiştireceğiz!