CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’a, “Muharrem İnce’nin ‘Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim Resepsiyonu’na katılmayacağız’ açıklamasının ardından başlayan tartışmalar bitmek bilmiyor
CHP’nin ekseni mi kayıyor? Niye tek ses olamıyor parti?” diye sordum. Çok farklı bir yanıt aldım; “Biz tek adam partisi değiliz ki, tek ses olalım. Böyle bir beklentisi olan, AK Parti’ye baksın. Orada zaten tek ses var, onun dışında çıt yok!” Anladım ki, CHP’de eksen kayıyorsa da tek bir yöne kayıyor; bildiğimiz, hatta unutmaya başladığımız sosyal demokrasiye! Gelelim 29 Ekim’e… Parti tartışıyor, hâlâ karar verilmiş değil. Kararı partililer alacak, başkan açıklayacak!
Randevumuz öğlen 1’deydi. Genelde hep ben gecikirim, bu kez bekleyen ben oldum. Ama CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın yapacağı bir şey yokmuş, 1 saat sonra onu da anladım. Oran’ın Ankara’da CHP Genel Merkezi’ndeki odasının kapısı açıldı, önde Genel Sekreter Önder Sav, ardından Genel Sayman Faik Öztrak ve genel başkan yardımcıları Umut Oran, Hakkı Süha Okay, Haluk Koç ve Nevin Gaye Erbatur çıktı. Oran’dan önce Sav, “Kusura bakmayın sizi beklettik” diye aldı gönlümü… Önemli bir toplantının ardından söyleşi yapacaktık anlaşılan! CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin, “Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim Resepsiyonu’na katılmayacağız” çıkışıyla başlayan tartışmalar sebebiyle ilk sorum “CHP’nin ekseni kayıyor mu?” olacaktı. Zaten odadakiler CHP’nin ekseniydi, tam oturacaktı. Baş başa kalır kalmaz sordum… Oran, bu soruya cevabı sona sakladı, ki söyleşi bitiminde “Gerçek sosyal demokrat eksen de bu olmalı” dedim kendi kendime… Bir öncelikler sıralaması gibi oldu söyleşi: İşsizlik, yoksulluk, terör, kadın hakları, sendikal özgürlükler… Ve böyle devam etti. Tıpkı tüm dünyadaki sosyal demokrat partilerde olduğu gibi… Peki türban? Tabii ki türban da vardı bu sıralamada, ama bu önceliklerin sonuna doğru! Oran’ı dinlerken anladım ki, CHP’de eksen kayıyorsa da tek bir yöne kayıyor; bildiğimiz hatta unutmaya başladığımız sosyal demokrasiye!
Gelelim, “CHP’de neler oluyor? Neden farklı sesler çıkmaya başladı?” soruma aldığım yanıta; “Biz diktatör partisi değiliz ki tek ses olalım. Yönetim anlayışımız tek adam anlayışı değil. Sosyal demokrat bir partiyiz ve Genel Başkanımız da bu konuda son derece evrensel sosyal demokrat anlayışı benimseyen bir anlayışa sahip. Oysa Başbakan ne yaptı, ‘Kimse konuşmasın’ diye talimat verdi, bakın AK Parti’ye çıt yok! Tek karar verici o. Ama bizde öyle değil, herkes fikrini açıkça söyleyip tartışabiliyor. Bence de demokrasinin gereği bu!” İşte bu seçmen için umut verici…
Henüz 29 Ekim Resepsiyonu’na katılıp katılmama yönünde bir karar vermemiş CHP; ama hangi kararı verirse versin, bu kez süreç sosyal demokratlara yakışır bir tarzda işleyecek. Önce partililer tartışacak, ortak bir karar alınacak ve sonra da başkan açıklayacak.

Siz, yıllardır il il, ilçe ilçe Türkiye’yi dolaşıyorsunuz…
Evet. 1995’den 2008’e kadar yılda 25-30 ile gidiyordum. Siyasete girdiğimden bu yana, 45-60 ile gidiyorum.
Son iki yıldır ne görüyorsunuz?
Bir kere, yönetilemeyen bir Türkiye görüyorum. Türkiye kötü yönetiliyor. Ekonomisiyle, eğitimiyle, sağlığıyla, güvenliğiyle, hukukuyla beceriksizce yönetiliyor…
Türkiye’ye üç periyotta bakmamız lazım. Bunlardan ilki, 2002’den küresel krize geldiğimiz 2008’e kadarki 6 yıllık süreç. İkincisi; 2009 yılı ve üçüncüsü de 2010 yılı… Bu 3 ayrı cepheden baktığınız zaman Türkiye ekonomisi dünyadaki en kötü ilk 5 ekonomiden biri. Bunu büyüme oranlarına bakarak söylüyorum. Mesela, Türkiye 1923’ten 2002’ye kadarki süreçte, yani AK Parti iktidar olana kadarki süreçte yılda ortalama 4.9 büyümüş. 2002-2009 arasında ise ortalama 4.3 büyümüş. Henüz 2010 yılını bitirmediğimiz için bu değerlendirme içine katmıyorum. Yani Türkiye öyle rekorlar kırıyor, muhteşem büyüyor falan değil. Oysa 80 yılda ne savaşlar görmüş, yoktan var olmuş bir ülke. Darbeler görmüş, koalisyonlar görmüş… Bunlara rağmen ortalama yüzde 4.9 büyüyor. Mesela 1970-1979 arası yüzde 5.8 büyümüş. Dikkatinizi çekerim, 1980 öncesinden bahsediyoruz. 1923-1938 arası Atatürk’ün cumhuriyeti kurduğu dönem yüzde 7.4 büyümüş, hiçbir şeyi olmayan Türkiye… Oysa dışarıdan bu kadar sıcak para pompalanmasına rağmen Türkiye’nin büyüme oranı 2002-2009 arasında yüzde 4.3!
Ama pek çok yabancı analist böyle demiyor. Mesela en son “Türkiye, Avrupa’nın Çin’i oldu” analizi yapıldı…
Doğru, 2010 için rakamlar öyle görünüyor. Benim size söylediğim 2002’den 2009’a kadarki süreç. Ama 2010’la ilgili de yorumlarım olacak. Mesela istihdam yaratmayan bir büyüme yaşandı Türkiye’de. 2002’de AKP geldiğinde 2.4 milyon işsiz vardı. 2009 sonunda bu rakam 3.6 milyona ulaştı. Yani yüzde 9’larda olan işsizlik oranı yüzde 14 oldu. Böylece işsizlikte İspanya’dan sonra ikinci olduk. Genç işsizlikte ise bu oran yüzde 25’lere kadar çıktı. Her 4 gençten biri işsiz Türkiye’de. Bugün de devam ediyor bu oran. 2002’de 1.5 milyar dolar olan cari açık, 2009 sonu itibariyle 50 milyar dolara çıktı… Bu ne anlama geliyor?
Büyümenin formülü nedir; düşük kur, yüksek faiz… Dışarıdan parayı alıyorsunuz, bu paranın faiziyle dünyada birileri para kazanıyor. Yani parayla para kazanıyorlar ve siz içeride sürekli olarak bocalıyorsunuz. Niye bocalıyorsunuz? Bir; bu büyüme istihdam sorununuzu çözmüyor. İki; bu büyüme dış ticaret fazlası verdirmiyor size. Sürekli ithalat yapıyorsunuz, başka ülkelere para kazandırıyorsunuz, açık veriyorsunuz. Üç; bu büyüme cari açığınızı şişiriyor. Bu da çok tehlikeli. Dört; bu büyüme sonucunda borçlanıyorsunuz. Borcunuz iki kat artıyor. Bu büyüme yarın durduğu, çalışmadığı noktada elinizdeki tablo ne olacak? Borçlu, dış ticaret açığı artmış, cari açığı çok fazla, işsizi çok olan bir ülke olacak… Yani sonuçta yıpranıyor ülke. Bir şekilde bir şeyler yapıyor, debeleniyor ama sonuç itibariyle elde ne var? Hiçbir şey!
Yani kovaya su doluyor ama kovanın altı delik. Elinizde kalan, işsiz, yıpranmış insanınız, cari açığınız ve borcunuz oluyor. Bu büyüme doğru bir büyüme değil. Bu büyüme halka yansımıyor. Bu büyümeyi halk hissetmiyor. Bir büyüme var ama bu büyüme halka dokunmuyor. Bu büyüme halkın cebine girmiyor, halkın geleceğini aydınlatmıyor. Bu böyle bir büyüme.
10 BİN DOLAR GSMH HAYALİ GERÇEK 4 BİN-4 BİN 500 DOLAR
Bu büyüme tehlikeli dediniz…
Çünkü borcunuz artıyor. Türkiye’de şuna göre bir analiz yapılıyor, “Efendim gayri safi milli hasılamız da büyüyor” deniyor. Doğru! İki nedeni var onun da. Birincisi kuru bastırıyor, düşük tutuyorsunuz, düşük tuttukça Türk Lirası değerli olduğu zaman GSMH’nız yüksek çıkıyor. Yani düşük kura bölüyorsunuz TL’nizi…
Olması gereken ne peki?
Şu anda Türk Lirası yüzde 30 değerli deniyor. Buna göre esasında şu anda 10 bin dolar olduğu söylenen GSMH’yı yüzde 30 indirmeniz lazım. Bir başka şey daha oldu 2006’da, biz BM hesaplamasından AB hesaplamasına geçtik. Orada da GSMH’mızı yüzde 33 artırdık. Yani esasında şu anki GSMH, hem kurdan dolayı yüzde 30, hem de yeniden bir değerlendirme yapıldığı için yüzde 30 fazla gözüküyor. Yani toplamda yüzde 60 hayali bir GSMH’mız var.
10 bin dolar olan GSMH’mız aslında 4 bin dolar, öyle mi?
Evet. 4 bin- 4 bin 500 dolar… Dolayısıyla onun için zaten bu büyüme çiftçiye dokunmuyor, işçiye dokunmuyor, memura dokunmuyor, ihracatçıya dokunmuyor.
Kime dokunuyor peki?
Parayla para kazananlara ve daha çok yurtdışına dokunuyor. Geçende bir örnek verdi Genel Başkanımız… 1 milyon dolarınız var diyelim. Gidin bu parayla Japonya’dan faizle kredi alın, Türkiye’ye getirin, aylık 53 bin dolar para kazanıyorsunuz. Hiçbir şey yapmıyorsunuz, Japonya’dan para alıyorsunuz, Türkiye’ye satıyorsunuz, ayda 53 bin dolardan yılda 600 bin dolar kazanıyorsunuz! Ama bu parayı Türkiye kazanmıyor.
Zenginler mi kazanıyor?
Türkiye’deki zenginler de kazanıyor ama esas yabancılar kazanıyor… Siz yurtdışının istihdamını artırıyorsunuz, sanayisini geliştiriyorsunuz. Yani bugünkü ekonomi politikasının Türkiye’ye katkısı çok fazla olmuyor. Ve bu arada gelir dağılımı inanılmaz biçimde uçurum haline geliyor. Üreten değil, tüketen bir Türkiye olmaya devam ediyoruz… İhracatçı kan ağlıyor, kredi kartı borçları, kredi borçları artıyor, özel sektörün borcu artıyor. Yani siz bu sefer insanları, özel sektörü borçlandırıyorsunuz tüketim artsın diye… Çok tehlikeli, hatalı bir model bu.
Peki, 2010’da ne değişti?
Büyümemiz iyiye gidiyor. Yüzde 7’lerde şimdi ama yıl sonunda yüzde 6’lara gelecek. İşsizlik sorunumuz, cari açık sorunumuz hâlâ devam ediyor. Öbür taraftan sosyal devlet çöktü, sosyal adalet çöktü, sosyal güvenlik çöktü. Türkiye, bir şekilde insanların yoksullaştığı ve yoksulluğa karşı sadaka kültürüyle hizmet anlayışının sürdürüldüğü bir ülke haline geldi. Yani insanları çalıştırmıyoruz, onlara devamlı bir şeyler veriyoruz. Bu verdiğimiz şeylerin bir sistematiği yok. Referandum ve seçim süreçlerine göre iktidar partisinin verdiği şeyler oluyor. Öbür taraftan sosyal güvenlik şemsiyesi herkesi kavramıyor. Şu anda Türkiye’de 10 milyon kişi yeşil kartlı…
Onlar mutlular diyebiliriz…
Hayır, mutlu değiller. Çünkü yeşil kart sosyal güvenlik şemsiyesi altında değil. O kişinin sadece günlük hayatını geçirmesine izin veriyor. O insana yarınla, gelecekle ilgili hiçbir şey vaat etmiyor. Babadan anneden, çocuğa geçmiyor.
Ama Türkiye dünyanın 16’ncı, 17’nci büyük ekonomisine sahip diyoruz.
Öyle ama bu ekonomik büyüme insanlarımızın gelişmesine ve yaşam kalitesinin artmasına imkan tanımıyor. Türkiye, adaletli gelir dağılımına baktığımız zaman 32 OECD ülkesi arasında Meksika’dan sonra en kötü ülke konumunda. Cinsiyet eşitsizliğinde 136 ülke içinde 125’inci sırada… Türkiye’de kadının işgücüne katılma oranı yüzde 26! Olacak şey değil. AB ortalaması yüzde 60! Kadın eşitsizliğinde Türkiye bir facia.
Belki üniversitelerden sonra başörtüsü kamuya da girerse bu oran yükselir.
Onunla alakası yok ki! Madem öyle, özel sektöre niye girmiyor başörtüsü? Kim engelliyor özel sektörde başörtülü kadının çalışmasını? İslami holdinglere gidin, başörtülü ne kadar kadın var bir araştırma yapın. Neden acaba sekreterler, yöneticiler kadın değil veya olanların neden başları kapalı değil? Onların artık gazeteleri var, bankaları var. Oralarda acaba başı kapalı insanlar çalışıyor mu, çalışmıyor mu? Orada bir yasak var mı? Yok. Demek ki bu başka bir şey…
Peki başörtüsü ya da türban bireysel hak ve özgürlüğe girmiyor mu sizce?
Giriyor. Eğitim özgürlüğüne giriyor. Ama insan hak ve özgürlüğü dediğimiz zaman o kadar çok eşitsizlik, o kadar çok hak ihlali, o kadar çok mağduriyet var ki! Bu onlardan bir tanesi ama çok büyük bir tanesi değil. Yapılan araştırmalar da bunu gösteriyor. Elbette gözardı edelim demiyorum. Türban eğer insan hak ve özgürlüklerinin eğitim temelinde sıkıntısıysa bu da ele alınmalı. Ama kadın hakları deyip sadece bu ele alınmamalı. Sadece bu ele alındığı zaman samimi olmuyorsunuz. Yani siz kadına özgürlük tanımıyorsunuz. Siz orada kadını da bu siyasete alet ediyorsunuz. Genel Başkanımız da bunu bu şekilde ifade etti.
Ama samimi bir şekilde “Üniversitelerde başörtüsü sorununu çözelim” dedi…
Genel Başkan “Türban sorununu AKP 8 yıldır çözmedi, sizleri kandırdı, biz iktidar olduğumuzda çözeceğiz” dedi. Kemal Bey’in söylediği buydu. Eğer kadınların hak ve özgürlükleri, eğitimde eşitsizlik tartışılacaksa bunu bir bütün olarak tartışalım. Yani başlıkların içinde 100 madde varsa kadının eşitsizliği ile ilgili, niye tek madde alınıp kullanılıyor. Bu doğru değil, etik de değil. Zaten Başbakan bunun şifrelerini veriyor. “Ben hukuk tanımam” diyor, “Ben Danıştay’ı dinlemem” diyor, “Ben Anayasa Mahkemesi’ne de, AİHM’e de bakmam” diyor, “Diyanete bakarım” diyor. Türbanı namazla bir tutuyor, “Takmamak cezadır” diyor. Yani Başbakan’ın kafası karışık.
Muharrem İnce’nin, “Resepsiyona katılmıyoruz” sözleri bir krize yol açtı. CHP içinde neler oluyor?
Dışarıdan belki böyle bir algı oluştu ama parti içinde böyle ciddi bir kriz çıkmadı. Sosyal demokrat bir parti CHP… Farklı görüşler olacaktır. Önemli olan tartışarak ortak aklı bulmak. Genel Başkanımızın da bu konuda son derece demokratik bir yapısı var. Herkesin fikrine saygı gösteriyor, herkesi dinliyor, ortak akla inanıyor. Dolayısıyla ortak akılla buralardan geçmeye çalışıyoruz.
Bu ülkede hâlâ yatağa aç giren 2 milyon insan var
29 Ekim Resepsiyonu’na katılacak mısınız peki?
Orada söylenmesi gerekeni söyledi Genel Başkan… 29 Ekim’e daha süre var. Genel Başkan bu konuda endişesi olan arkadaşlarımızı dinliyor. Endişesi olmayan arkadaşlarımızı da dinliyor. Sonuçta biz yönetim olarak ortak bir karar vereceğiz. Yani burada illa mikrofon tutulduğu zaman, hemen “Şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz” demek doğru değil. Grup Başkanvekilimizin dediği var, Genel Başkanımızın dediği var. Bunlar esasında birbirinden kopuk şeyler değil.
Ama bir tek seslilik de yok başörtüsü konusunda. Mesela AK Parti öyle değil; tek bir ses çıkıyor.
Biz diktatör partisi değiliz. Şu andaki yönetim anlayışımız diktatör, tek adam anlayışı değil. Bir kere sol bir partiyiz, sosyal demokrat bir partiyiz ve Genel Başkanımız bu konuda evrensel sosyal demokrat anlayışı benimseyen bir siyaset anlayışına sahip. Başbakan zaten talimat verdi, AK Parti içinde kimse konuşmasın diye. Konuşmuyor kimse… Orada tek karar verici o. Ama bizde öyle değil. Herkes fikrini açıkça söyleyip tartışabiliyor. Demokrasinin gereği de bu. Kılıçdaroğlu da sonuçta bu partinin genel başkanı. Bir orkestra şefi ustalığında farklı sesleri, farklı notaları bir ahenk içerisinde sunacaktır…
Yani CHP Atatürk’ün ideolojisinden sapmıyor?
Hayır, asla! Böyle bir şey olabilir mi? Biz böyle bir şeyi hiç hissetmiyoruz. Ama bir oyun oynanıyor. Bizim derdimiz kadına özgürlük. Kadına özgürlük dediğiniz zaman, eğer 100 madde sıralıyorsanız, türban da onlardan bir tanesi olabilir. Ama tek o madde olamaz. Başbakan anayasa değişikliği oylamasında ne yaptı? 26 maddeyi bir bütün, bir hap olarak ortaya koydu. Herkes buna karşı durdu. Şimdi kadın eşitsizliği dediğimiz zaman da, bir tek türbanı mı ele alacağız? Türban olmazsa kadın özgürlüğüne bakmayacak mıyız? Kadının diğer hak ve özgürlükleriyle, eşitsizliğiyle ilgili hangi uygulamalar yapılıyor bugün? Yani bu siyaseten samimi olmayan bir manevra.
Peki sizce başörtüsü kamuda da serbest olsa ne olur? Nasıl bir tehlike var?
Şöyle bakalım olaya; dünya ikinci bir kriz bekliyor ve Türkiye’nin de çok önemli sorunları var. Terör sorunu var, yoksulluk sorunu var, işsizlik sorunu var. Bu ülkede hâlâ yatağa aç giren 2 milyon insan var. Hâlâ yoksulluk sınırının altında 20 milyon insan var. Ama Türkiye ne yapıyor, türbanla yatıp türbanla kalkıyor. Bu sorunu da yadsımıyorum. Ama bu mudur bizim önceliğimiz?
Onunkisi gerçek bir başarı öyküsü
UMUT  ORAN, 1963’te anne ve babasının tıp ihtisası sırasında Almanya’da doğdu. Saint-Benoit Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. 1973-88 yılları arasında İstanbul’un pek çok amatör takımında ve Galatasaray Genç Takımı’nda kaleci olarak futbol oynadı. İş hayatına Bozkurt Mensucat’ta asgari ücretle satış elamanı olarak başladı. Beş yıl sonra, sıfırdan kendi şirketini kurdu. 2002’de Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı seçildi. Aynı yıl Dünya Hazır Giyim Federasyonu, 2006’da da TOBB Türkiye Konfeksiyon ve Hazır Giyim Sanayi Meclis Başkanlığı görevlerine getirildi.
Bolu Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanı oldu… ’Anadolu’da Yatırımı ve İstihdamı Teşvik Projesi’, ’UFUK 2010 Projesi’ gibi çalışmalara imzasını attı. Türk özel sektörünü, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Komisyonu ve ABD Dış Ticaret Bakanlığı’nın da yer aldığı çeşitli platformlarda temsil etti…
Sıfır sermayeyle atıldığı tekstil sektöründe gerçekten bir mucize yarattı Umut Oran. Sadece kendi firmasını 20 milyon euro’luk ihracata taşımakla kalmadı, hazır giyim sektörünün en önemli yapısal sorunlarından birine de çözüm getirdi.
Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin başkanıyken tüm Anadolu’da örgütlendi. Amacı, o güne kadar dört ilde yoğunlaşan hazır giyim sektörünü Anadolu’ya yaymaktı.
Sonuç, tam bir başarı öyküsü oldu. Nasıl mı? İstanbul, İzmir, Denizli ve Bursa’da yüzde 91 gibi müthiş bir ağırlığı olan sektörden, Anadolu’ya yüzde 23’lük bir pay taşıdı. Öncülüğü de kendi yaptı. 1996’da 600 kişiye iş yaratan fabrikasını Bolu’da kurdu… Sloganı ‘Anadolu’da yerinde iş, aş, sosyal barış’tı! Kısacası Umut Oran, Türkiye’nin lokomotif sektörünün Anadolu’ya yayılmasının mimarı oldu. Belki işe başlarken parası yoktu ama en az o kadar önemli başka bir sermayesi vardı; insan ilişkileri…
Bu sayede üç aylık vadeli mal alabildi. Kendi deyişiyle ’sıfır çek karnesi’ ve sadece üç kişiyle kurdu Domino Tekstil’i…
http://haber.gazetevatan.com/alti-oku-tartismaya-acti/336444/9/Siyaset

Print Friendly, PDF & Email